Fikriye ve Mustafa Kemal - Akbıyık' taki konak

Aralık 1915

İstanbul Fikriye`nin Mustafa Kemal`e ne zaman sevdalandığına dair hiçbir kitapta kesin bir bilgi yoktur. 


Üzerinde en çok durulan senaryo genç kızın 17 yaşında olduğu 1913 yılına ait. 

O tarihte Bolayır`dan görevli olarak İstanbul`a gelen Mustafa Kemal cepheye dönmeden önce üvey yengesinin Akbıyık`taki eski konağını ziyaret eder. 

Tahminler Fikriye`nin içindeki aşk ateşinin o ziyaret sırasında yandığı yolundadır. Fikriye ile Mustafa Kemal`in yolları 1915`in son günlerinde tekrar kesişir. Çanakkale Maydos`tan İstanbul`a gelen Mustafa Kemal Selanik`ten göç eden annesi ve kardeşi Makbule Hanımı, misafir edildikleri Fikriyelerin evinden alıp Akaretler`de tuttuğu eve taşır. Mustafa Kemal`in Edirne`ye tayin edilmesine kadar geçen 3 haftalık sürede Fikriye hem ailenin en büyük yardımcısı, hem de en sık ziyaret edeni olur. 19 yaşındaki genç kızın Mustafa Kemal`e hayran olduğunu bilen Zübeyde Hanım ve Fikriye ile yıldızı hiç barışmayan Makbule Hanım bu ziyaretlerden rahatsız olsalar da ses etmezler. Mustafa Kemal`in Diyarbakır ve Suriye cephelerinde görev yaptığı yaklaşık 2 yıllık süre Fikriye için çok zor geçer. Mustafa Kemal`den bir haber alabilmek için Zübeyde Hanım`ı sık sık ziyaret eder. Çevresi evlenmesi için Fikriye`ye baskı yapar ama genç kız eve görücü gelmesini bile kabul etmez. Mustafa Kemal Ekim 1917`de İstanbul`a döner ve Şişli`deki evini tutar. Fikriye`nin öyküsünde 1918 ve 1919 yıllarının karşısında çokca hüzün ve Mustafa Kemal`e yakın olarak geçirilebilmiş birkaç haftanın sevinci vardır. Mustafa Kemal Samsun`a doğru yola çıktıktan birkaç ay sonra Fikriye Mısırlı zengin bir iş adamıyla evlenir ve İstanbul`dan ayrılır. Sadece 6 ay süren bu evlilik 1920 başlarında Fikriye`nin İstanbul`a dönmesiyle sona erer. Kasım 1920-Ankara Mustafa Kemal`in Selanik`ten çocukluk arkadaşı olan Mithat Bey`in Ankara`ya beklendiği haberini ulaştırmasının ardından Fikriye hiç düşünmedi. Hemen hazırlıklarını yaptı ve 8 Kasım 1920`de İstanbul`dan yola çıktı. Önce Karadeniz Ereğlisi`ne, sonra İnebolu`ya ve en nihayetinde Ankara`ya ulaştı. Mustafa Kemal`in kaldığı direksiyon okulunun düzeni artık ondan soruluyor, o da duygularının verdiği enerjiyle Mustafa Kemal`in rahat etmesi için elinden geleni yapıyordu. Mustafa Kemal`in kehribar tespihini birgün kolye olarak Fikriye`nin boynunda görenler her işe koşan bu gemç kadına daha da saygıyla yaklaştılar. Çankaya`ya taşınan Mustafa Kemal tüm gücü ve enerjisiyle Yunanlılar`ı durdurmaya çalıştı. Yunanlılar durdurulduğunda Fikriye`nin hem sağlığı hem de Ankara`ya gelen Zübeyde Hanım`ın tavırları nedeniyle morali bozuktu. Ekim 1922-Paris Zafer kazanıldı ve Mustafa Kemal aylar sonra Ankara`ya döndü. Fikriye`nin sağlığı iyice bozulmuştu. Mustafa Kemal kendisi için her türlü fedakarlığı yapan Fikriye`yi üzmek istemiyor ve sağlığına kavuşması için onu yurt dışına gitmeye ikna etmeye çalışıyordu. Fikriye güçlükle ikna oldu ve Mustafa kemal`in Bursa gezisinin ardından önce Paris`e oradan da Almanya`ya geçti.

30 Ocak 1923-İstanbul


Fikriye canından çok sevdiği Mustafa Kemal`in evlendiği haberini Münih yakınlarında olan klinikte öğrendi. Doktorlarla tartışıp zorla hastaneden ayrılan Fikriye İzmir`deki nikahtan sadece 18 gün sonra İstanbul`a vardı ancak Mustafa Kemal onun Ankara`ya gelmesine izin vermedi. Fikriye haberi aldığında içinden birşeyler koptu. Gerçek tüm çıplaklığıyla karşısındaydı. Haziran 1924-Ankara


Fikriye 18 ay boyunca Ankara`ya gidemedi. Akrabaları tarafından ablukaya alınmıştı. İstanbul`da geçirdiği bir dönemin ardından yine akrabalarıyla Gelibolu`ya gitti. İçindeki ses durmadan ona Ankara`ya gitmesini söylüyordu. Kaldığı evdeki bir kadının kimliğini çaldı ve İstanbul`dan Ankara`ya gitti. Önce zor günlerde birlikte mücadele ettiği Fuat Bulca`nın evine gitti ama kimse yoktu. Faytoncuya Köşk`e çıkmasını söyledi. Hıfzı Topuz`un `Gazi ve Fikriye` kitabına göre Fikriye`yi tanıyan personel onu hemen içeri aldı. Az sonra canından çok sevdiği Mustafa Kemal ve karısı Latife`nin karşısındaydı. Latife ile soğuk bir şekilde el sıkıştılar. Köşk`te Fikriye`ye bir oda verildi. Latife Hanım Fikriye`nin konukluğuna 24 saat bile dayanamadı. Odasından çıkmayan Fikriye`nin duyacağı şekilde `Kovun o kadını gitsin` diye bağırdı. Fikriye ertesi sabah Köşk`ten ayrıldı. Geceyi bir otelde geçirdi. Ertesi sabah Mustafa Kemal`e veda etmek için Köşk`e gittiğinde zorla dışarı atıldı. Dönüş yolunda intihar eden Fikriye, Memleket Hastanesi`nde tedavi görürken hayatını kaybetti. Hıfzı Topuz`a göre silah sesini duyan Mustafa Kemal`in Fikriye`nin yanına gitmesine Latife Hanım engel oldu. Şemsi Belli ve Süleyman Yeşilyurt`un kitaplarına göreyse Fikriye Köşk`e hiç kabul edilmedi ve dönüş yolunda intihar etti. Yine aynı kaynaklara göre Fikriye son nefesini hastanede değil faytonda verdi.

Akbıyık - Ahırkapı - Cankurtaran

İstanbul’un en eski saray yerleşmesi olduğu kadar en eski yerleşimi de olan Ahırkapı, Çatladıkapı ile Sarayburnu arasında Cankurtaran Mahallesi’nin bir uzantısıdır. Doğuda Sarayburnu, batıda Çatladıkapı, Küçükayasofya, kuzeyde Sultanahmet ve Topkapı, güneyde ise Marmara Denizi ile çevrelenmiştir
İstanbul’un en eski saray yerleşmesi olduğu kadar en eski yerleşimi de olan Ahırkapı, Çatladıkapı ile Sarayburnu arasında Cankurtaran Mahallesi’nin bir uzantısıdır. Doğuda Sarayburnu, batıda Çatladıkapı, Küçükayasofya, kuzeyde Sultanahmet ve Topkapı, güneyde ise Marmara Denizi ile çevrelenmiştir.

Semtin ismi Topkapı Sarayı’nın has ahırlar? ?nın burada bulunmasından dolayı verilmiştir. Marmara’ya açılan sur kapısının kuzeydoğusunda yer alan has ahırlar semtin en merkezi noktasını oluşturuyordu. Bizans döneminde ise buraya Mangana Sarayı’na ithafen “Mangana Mahallesi” deniyordu.*

Semtin tarihi
Ahırkapı ’nın tarihi, bir anlamda İstanbul’un da tarihi sayılabilir. Çünkü şehir ilk olarak buradan başlayarak kurulmuştu. İstanbul araştırmacısı Orhan Erdenen, Deniz Harp Okulu’nda Deniz Harp Tarihi dersleri veren uzman Ali Haydar Alpagut’tan yola çıkarak İstanbul’a ilişkin, bir anlamda ilk uygarlık izlerine burada rastlandığını yazar. 19. yüzyılda, Sirkeci-Halkalı tren hattı yapılırken burada eski bir kavmin izlerine rastlanmıştır. Bu izden yola çıkan Alpagut, bu kavmin Greklerden de eski bir kavim olduğunu ve bu kavme ait bilgiler olmadı ğını söylüyor. Bunların muhtemelen Traklar olduğu söylenebilir, onların kurduğu ilk yerleşkenin bir Hitit kolonisi olduğu yönündeki tez ise kanıta muhtaç tır.

Alpagut bu uygarlığın Finikeliler tarafından tahrip edildiğini ve bu medeniyet tarafından kurulan bu ilk İstanbul’un da bir teras yerleşmesi olarak ilk İstanbul vasıtası ile Balkanlar-Küçük Asya ticaretinde bir düğüm noktası oluşturduklarını belirtiyor. Bu ilk İstanbul’dan sonra kurulan ve bilinen en eski İstanbul olan yerleşim de yine bu bölgede kurulmuştu. Orhan Erdenen’in verdiği bilgilere göre deniz ticaretinde hayli başarı gösteren Grek kolonisi olan Megaralılar savaşçı bir halk olan Dorlar’dı. Onların kurduğu bu ikinci şehir yerleş imi M.Ö. 58’de kurulmuştu. Megaralıların İstanbul’daki kolonilerinin efsanevi komutanları Byzas/Bizas’a atfen “Bizantion” denilen bu ilk şehir bir askeri üs sayılabilirdi.

Hovvenasyan’a göre Bizas Bizantion’u bir çok tapınakla süslemişti. Bunlardan ilki Tiostur, sonradan Bizanslı Septımus Severıus “Strategıon” olarak anılan bu bö lgede yerine başka bir tapınak yaptırmıştı. Diğerleri, yine İstanbul’un birinci tepesinde bugünkü Sultanahmet semtinde Esai ve Akileus tapınakları ve ü çüncüsü Hipodrom/Atmeydanı/Sultanahmet Meydanı civarında kurulan Ekatia bunlardan en çok bilinenleriydi. Ne Bizantıon, ne de ilk Bizans, tarihi yarımadanın tamamını kullandı, her ikisinin de yer aldığı bölge doğuda Sarayburnu, kuzeybatıda Beyazıt sahil kısmında ise Çatladıkapı’ya kadarki alandı.

Semt, tarihi boyunca iktidarlar ile bütünleşmişti. Bizantion’da olduğu gibi Osmanlı’da da saraylar ve tapınaklar bölgesi oldu. Bizans’ta iki ünlü mahallenin – ikisi de sarayların, tapınakların ve önemli devlet dairelerinin olduğu yerlerdi- Arkadianai ve Topoi’nin dışında, İmparatorluk sarayı olan Büyük Saray’ı, Mangana ve Bukoleon Sarayı ’nı, Georgıos, Lazaros Manastırı’nı, Aziz Menas, Hodegetrıa, Soteros gibi merkezi kiliseleri, Lazarus ve Hodegetrıa sur kapılarını- sonradan Ahı rkapı ve Otluk kapısı olacaktırlar- Tizkanisterıon gibi yapıları sayabiliriz.

Tarih bu denli zengin olunca doğal olarak Ahırkapı da bir saraylar bölgesi oluverdi. Kuzey sırtlarında Topkapı, sahil kısmına doğru has ahırlar ile Osmanlı zamanında da hükümranlık erkinin yerleşim merkezi olan semt devlet ricalinin eserleri ile doluydu. Osmanlı zamanında oluşan Cankurtaran ve onun uzant? ?sı olan Ahırkapı Mahallesi (ya da Akbıyık Mahallesi), Çatladıkapı ’ya kadar hep akıncıların, sadrazamların, dervişlerin yerleştiği mahallelerdi. Semt bu özelliğini hemen hemen 19.yy’a kadar muhafaza etti. Ta ki bu süreçle birlikte başlayan Batılılaşma ve geleneksel mahalle dokusunun çözü ldüğü döneme kadar. Cumhuriyetle birlikte ise şehir gibi o da kendi kaderi ile baş başa kaldı ve terkedildi. 1950’lerle birlikte göç dalgaları, mahalleleri bı rakan zenginler, semt gibi tarihe karışmakta olan ahşap konaklar. Ahırkapı ’nın günümüze kadarki serüveni kısaca böyle anlatı labilir.

Cankurtaran
Ahırkapı bir semt olarak idari bakımdan Sultanahmet Mahallesi ile Cankurtaran Mahallesi arasında bölünmüş durumda. Semte Cankurtaran meydanından inilmektedir. Bu nedenle Ahırkapı Cankurtaran ile iç içe bir durumdadır. Cankurtaran da uzantısı Ahırkapı gibi Topkapı Sarayı ’nı çevreleyen Sur-ı Sultani’nin güneyinde yer alır. Bulunduğu konum Kumkapı ile Sultanahmet arasındadır. Semt adını, Boğaziçi girişinde kazaya uğrayan gemilerdeki kazazedeleri kurtarmak için burada kurulan istasyondan alm? ?ştır. Bir dönem turizmin gözdesi haline gelmeye başlayan semt, tarihi yarımadada bulunan diğer mahalleler gibi Osmanlı ev mimarisinin en güzel örneklerinin yer aldı ğı ahşap konaklarla doludur. Bunlar içerisinde onarılarak kazanılanlar olduğu gibi semtin turistik cazibesini yitirmesi ile şimdilerde tekrar kaderlerine terk edilmiş olanlar da var. Hayli eski bir tarihi geçmişe sahip olan ve Ahırkapı ile birlikte İstanbul’un ilk yerleşmelerine tanıklık eden semt bugün daha çok orta ve alt sınıftan insanların yaşadığı bir mahalle. Semtteki en ünlü mekan ise Türk sineması nın unutulmaz yıldızlarından Erol Taş’ın satın alarak işlettiği ve ? ?u anda onun adını taşıyan kahve.

Ahırkapı’daki önemli eserler

Arkadiani
Eski Bizans hamamı olan Arkadios hamamının bulunduğu semttir. Bu hamam 395 tarihinden sonra İmparator Arkadios ya da kızı tarafından yaptırılmıştır. Babanın başlatıp kızının bitirilmesini sağladığı bir eser de sayılabilir. Bu bölge Büyük Saray’ın kuzeyinde yer alıyordu, güneyde ise deniz kenarındaki Topoi semti yer alıyordu, kuzeydeyse Mangan Mahallesi bulunuyordu. Akropolis’in (Sarayburnun’un sırt kısı mları) Marmara’ya bakan yamaçlarında inşa edilen Arkadios Hamamı ’nın yanından, tepeden Marmara kıyısına inen ve Iustinanos döneminde yapılmış heykellerle süslü olan bir büyük revak (embolos) geçiyordu. İmparator I. Basileios’un oturduğu konak buradaydı ve semtte Aziz Mihael ve Aziz Gabriel adına kiliseler mevcuttu.

Aslanhane
Ayasofya’nın gü neydoğusunda, eski Darülfünun arsasında evvelce, bir Bizans Kilisesi mevcuttu. Bu kilisenin adı Osmanlı döneminde “Aslanhane” olarak değiştirilmiş tir.

Fetihten sonra bu alanda, eski yapıların kalıntılarından faydalanarak bir Cebehane yapılmıştır. 16 ya da 17.yy’da ise buradaki eski kilisenin içine sarayın vahşi hayvanları yerleştirilmiştir. Yapıya Aslanhane denilmesinin nedeni de buradaki etobur yırtıcılar olmuştur. Yine aynı yapının bir başka bölümünde de sarayın egzotik kuşları yerleştirilmiş, ona atfen aynı yapıya “Kuşhane” de denmiştir.

Polonyalı gezgin Simeon 17.yy’da Aslanhane olarak bilinen bu yapının bir kilise olduğundan ve içerde bu kilisenin mozaiklerinin hâlâ görülebileceğinden söz eder. Aynı dö nemde İstanbul hakkında hayli zengin bir bilgi kaynağı olarak da yazılan Evliya Ç elebi’nin Seyahatnamesi’nde bu binada kat kat hücreler olduğunu ve en üst bölümün “Nakkaşhane” olarak kullanıldığını ve bu kata nakkaşların yerleştiği belirtilir. Bu bilgilerden yola çıkarak eski ve cüsseli bir kilise binası Osmanlı tarafından mahzen kısmı bir nevi vahşi hayvan barı nağı, üst kısımları ise saray nakışhanesi olarak nakkaşlara tahsis edilmiş bir mekan olarak kullanılmıştır denilebilir.

İstanbul üzerine kapsamlı yazıları ile bilinen 18. yy Ermeni tarihçisi ve coğrafyacısı İnciyan’ın verdiği bilgilere göre 1802 yılında Aslanhane’nin yanması ile birlikte, komş usu Cebehane’nin genişlemesi için bu bina 1804’te yıkılmıştır ve 1808’de Alemdar Mustafa Paşa olayı esnasında Cebehane’nin de yangın geçirmesi ile yıkılan bu binanın arsasına İsviçreli Mimar G. Fossati’nin projesi uygulanarak 1848 yılında büyük bir darülfünun binası yaptırılmış, yapımı yıllarca süren bina tamamlandıktan sonra çeşitli kurumlara tahsisi edilerek farklı biçimlerde kullanılmıştır. En son İstanbul Adliyesi binası olarak kullanılan Aslanhane’den geriye, 1933’te yanması ile hi? ?bir iz kalmamıştır.

Büyük Saray
Bizans’taki en görkemli saray komplekslerinden Büyük Saray Hipodrom’dan Marmara Denizine kadar uzanan birbirinden bağımsız birkaç saraydan oluşuyordu. Yaklaşık 100.000 metrekarelik bir alana yayılan saray, sonradan eklenen Bukoleon, Hormisdas ve Dafne gibi isimlerle anılan küçük bağımsız saraylar, tören salonları, kiliseler, bahçeler ve oyun yerlerinden oluşan adeta küçük bir şehir gibiydi. İmparator I. Konstantin tarafından yaptırılan ve Bizans tarihinde önemli bir rol üstelenen Büyük Saray Konstantin’den sonra iktidara gelen her hükümdar tarafından genişletilerek 12.yy’a kadar gelmiştir. Ancak saray, 9.yy’da Mangana Sarayı ’nın yapımı ile eski gözde olma durumunu yitirerek eski hükümdarların eşleri için bir tür hapishane işlevi üstlenmeye başlamıştır.

Bü yük Saray ilk yapıldığı dönemde birkaç yapı grubundan oluşuyordu, ancak sonraki imparatorların bu binalara yaptığı ekler ya da bu binaların genişletilmesi sonucu saray giderek büyüyen bir kompleks halini almıştır. Hipodrom’dan başlayarak kuzeydoğudan sahile, oradan da güneybatıya doğru uzanan, oldukça eğimli bir araziye kurulan sarayın yapımı esnasında, geniş teraslara, dayanaklara ve takviye setlerine gereksinim duyulmuş ve saray da bunların üzerine oturtulmuştur. Sarayın kuzeybatısında Hipodrom, Zeuksippos Hamamı, güneybatısı ve doğusunda muhafız kışlaları, kuzeyinde Ayasofya, senatoyla Augestıon Meydanı, güneydoğusunda ise Marmara Denizi bulunuyordu. Aya İrini, Sergios ve Bakos (Küçük Ayasofya) gibi yapılar da bunları tamamlıyordu. Hipodrom yönünde imparatorluk locası, batıda imparatorluk kabul salonu ile imparatorun gündelik yaş amını devam ettirdiği yapılar yer alıyordu. Yabancı elçilerin kabul edildiği bir salon olan Magnaura’da bu dönemde inşa edilen yapılardandı.

Altın yaldızlı bir kapıdan girilen sarayın ilgi çekici bir kubbesi, Daphne denilen bölümün ise sekizgen planı vardı ki bu yapının ortasında da İmparatorun locası yer alıyordu. II. Teodosius zamanında saray alanındaki yapım çalışmaları daha da yaygınlaşmıştı ve bu yüzden sarayın bulunduğu alanda özel kişilerin herhangi bir inşai faaliyette bulunması yasaklanmıştı. Nika Ayaklanması esnasında önemli ölçüde zarar gören saray daha sonra yeniden yaptırılmış ve Bukoleon Sarayı da bu sırada eklenmişti. Bu dönemde saray Çatladıkapı’ya kadar genişlemişti. Yapı topluluğunun “Hakle” denilen bölümünde çeşitli heykeller, imparatorluk tasvirleri ve mozaikler vardı. Saray Latin istilası döneminde de önemli zarar görmüş, daha sonra ise bir onarım geçirmiştir. 12.yy’a ulaştığında artık önemini yitiren saraya son darbeyi Mangan Sarayını da yıkan İmparator II. İsakios Angelos vurmuş ve buradan bir çok yapı elemanını kendi yaptırdığı sarayına s? ?ktürerek taşımıştır. İstanbul’un Osmanlıların eline geçmesinden 30 yıl kadar önce İstanbul’a gelen Floransalı Seyyah Boundelmonti sarayın artık bir taş yığını haline geldiğini yazmıştır.

Osmanlı dö neminde saray yeni kurulan mahallelerin arasında kalmış ve sarayın 17.yy’a ulaşan Daphne ve Katisma kalıntılarının üzerine de Sultan III. Ahmed tarafı ndan Sultanahmet Camii yapılmıştır.

Saraydan günümüze ulaşan son kalıntılar mahzen, sarnıç ve bodrumlardır, bunun yanısıra sarayın peristilinin (sütunlu avlu) denilen bölümlerinden kalan mozaik bezemeli bölümü ve sarayın sütunları, sütun başlıkları ve dekoratif elemanları Sultanahmet’ten Ahırkapı’ya inen yol üzerinde bulunan Mozaik Mü zesi’nde sergilenmektedir.

Topoi
Bugünkü Cankurtan bö lgesinde yer alan bu yere Orta Bizans döneminde “yerler” anlamına gelen “Topoi” deniliyordu. Bu ismin verilmesinin nedeni ise bu bölgede uzantısı olan Ahırkapı gibi önemli yapıların olmasıydı. İmparatorluğun ikametgahı olarak da kabul edilen Büyük Saray’ın hemen arkasında, kıyı ş eridinde, İmparator Arkadios tarafından yaptırılan büyük Hamam’ın olduğu Arkadiani denen yer vardı. Topoi civarında bu hamamdan başka Başmelek Mihail’e adanmış bir kilise vardı. 5. yy yapısı olan kilise sonraları eskiyip yarı harap bir hale gelince I. Iusitinianus döneminde muhtemelen imparatorun gayrıme? ?ru oğlu olan Tziros adlı bir kişi tarafından yeniden onarılmıştır. Daha sonra I. Basıleos döneminde ikinci kez onarımdan geçen kilisenin yanına bu kez de Ba? ?melek Cebrail’e adanan bir ikinci kilise yapılmıştır. Buraya en son VI. Leon döneminde azizlerden St. Lazarus adına yaptırılan bir kilise eklendi ve bu kilise İstanbul’un Osmanlılarca alınmasına dek varlığını sürdürdü.

Hodegetria Manastırı ve Ayazması
Bugünkü Cankurtaran bö lgesinde yer alan Hodegetria Manastırı ve Ayazması, orta ve geç Bizans döneminde Konstantinopolis’in en önemli ibadet yerlerinden biriydi. Manastırın yapım tarihini 9.yy’dan öncelere götüren bir takım iddialar mevcutsa da bunu kanı tlayan somut bir veri yoktur.

İmparator Mihael zamanında inşa edilmiş yahut süslenmiş olan manastır, daha sonraları 12.yy’da Paleoglos Hanedanı ’nın bir üyesince onartılmıştır.

11.yy’ın sonları ndan itibaren kilisede yer alan özel bir Meryem Ana ikonası çok ünlendi ve halk aras? ?nda mucizelere yol açtığı yönünde söylentiler çıkınca kilise ziyaretçi akınına uğramaya başladı. Sonraki dönemlerde şehir Latin ya da Haçlı ordularının istilasına uğradığında ikona onların eline geçmesin diye Pondakrator Kilisesi’ne/Zeyrek Camii’ne götürülmüştü. Bir süre orada kaldıktan ve şehir istiladan kurtulduktan sonra 1261’de İmparator VIII. Mihael Paleologos’un tören ayininde en önde kiliseye taşındı ve sonra da yine Hodegetria Manastırı’na yerleştirildi.

Kilise 13. yy’ın sonlarında Antakya Patrikliği’ne bağışlandı, manastır binası ise Konstantinopolis’i ziyaret eden Suriyeli hacılara misafirhane olarak hizmet etti.

Bizans İmparatorluğu’nun son yıllarına dek ayakta kalan manastırı ziyaret eden hacıların anlatımlarından Mucizevi ikonadan söz edildiği kaynaklarda zikredilmektedir. 1453’te İstanbul’un alınması esnasında manastırda bulunan bu mucizevi ikona Kora Manastırı’na (Kariye Camii) götürülmüş ve onun önünde düşman işgalinin sona ermesi için topluca ayin yapılmıştır, ancak şehir düştükten sonra Osmanlı askerleri İkonayı ele geçirmiş ve tahrip etmişlerdir.

Manastırın orijinal ismi olan “hodegon” Rumca’da “önderler, öncüler, liderler” gibi anlamlar içeriyor. İsim manastırda bulunan ayazmayı ziyarete gelen ve şifa bulmayı umut eden kör hacıları buraya getiren keşişlerden dolayı konmuştu. Söz konusu ayazmadan sonraki dönemlerde çok ender olarak söz edilir olmuştur ki bunun nedeni ya ayazmanın kaynağının kurumuş olması ya da herhangi bir nedenle kaybolmuş olma olasılığı olabileceği gibi, ayazmanın şifa verici yan? ?nın azalması ile gözden düşmesi de olabilir. Sonraki dönemlerde iyileştirici g? ?ç ayazmadan, kilisede bulunan Meryem Ana ikonuna geçince ayazmadan da daha az söz edilir olma olasılığı akla yakın gözükmektedir. Bu tarihten sonra manast? ?rın adı değişmiş ve “kadın önder” anlamına gelen “Hodegetria” olarak anılmaya başlanmıştı r.

Kaynaklardan elde edilen bilgiler doğrultusunda manastırın yerini tespit edecek olursak manastır, Ayasofya’nın doğusunda bugünkü Ahırkapı sınırları içerisinde bulunuyordu. 1923 yılında Gülhane Hastanesi’nin olduğu yerde yapılan kazılarda ortaya çıkarılan heksogonal (sekizgen) yapı nın manastırın ayazması olduğu düşünülmüşse de önde kavisli bir portikosu (kapısı) ortada bir havuzu bulunan ve hücrelerden oluşan bu yapının adı bilinmeyen bir Bizans dönemi hamamı ya da aynı şekilde bir saray olabileceği ihtimali daha akla yakın gelmiştir.

Bukoleon ya da Bus Kaileon Sarayı
Marmara kıyısında, bugünkü Cankurtaran ile Kumkapı arasında ve Ç atladıkapı’nın bulunduğu yere bitişik bir mevkide, Küçü kayasofya’nın doğu ucunda yer alıyordu. Bir sahilsaray olarak yapılan bina hakkındaki ilk bilgiler 9.yy ortaları ile 13.yy arasını kapsayan ve Orta Bizans dönemi olarak anılan devire ilişkindir. Dolayısıyla sarayın liman ile eş zamanlı olarak yapıldığı ve tarihinin daha gerilere gittiği yönündeki iddialar herhangi bir kanıta dayanmadığından geçerli değildir. Bu çerçevede eldeki somut bilgilere dayanarak sarayın II. Teodosıus tarafından yaptırıldığı söylenebilir. Bilinen ve zamanımıza dek ulaşan bölümleri ise daha sonra İmparator Teofilios zamanında ilave edilmiştir.

Faros denilen fener burcu ile İmparatorluk iskelesi olarak kullanılan burunun arasında kalan bölgede sahil surlarının üzerinde uzanan sarayın temelinde ilkçağlardan kalan mermer bloklar kullanılmıştır. Sur duvarlarının arasından görülebilen ve uzunluğu yaklaşık 300 metreyi bulan ? ?n cephe, iki ana bölümden oluşuyordu. Öndeki küçük limanla sarayı birbirine bağlayan ve güney-kuzey doğrultusundaki kısa bir duvarın içinden geçen merdivenle bu iki bölüm birbirinden ayrılıyordu. Sarayın batı bölümü 1870’lerde yapılan demiryolu hattı nedeniyle tahrip olarak yok olmuştur. Bu bö lümün her iki yanında saraya ismini veren aslan (bus kaileon) heykellerinin süslediği cumba yer alıyordu.

Sarayın doğu yakası ise halen ayaktadır. Gün? ?müze kadar ulaşan bu kısımdan yola çıkarak dış cephenin, birbirini takip eden, tuğladan örülmüş tonozlarca (kemerler) örtülmüş mekanlardan meydana geldiği söylenebilir. Bir dizi halinde sıralanmış mermer çerçeveli pencereler ile kapıyla Marmara’ya açılan sahilsarayının ön kısmında, duvara saplanmış bir haldeki mermer konsolların taşıdığı bir balkonunun olduğu görülebilmektedir.

Sarayın Faros yakasında bulunan mekanlar, zengin bezemelere sahip sütunlar ile süslenmişti. Bunlara ait olduğu saptanan alt paye gö vdelerinden bir kaçı halihazırda İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor. Doğu yakasında ayrıca değişik biçimler taşıyan zarif süslemeli başka sü tun başlıkları da vardı. Bunlardan geriye kalan bir kaçı, çevrede korunaksız bir biçimde duruyor.

Bukoleon Limanı
Sarayın önünde bulunan ve saraya ait kayıklar ile İmparatorluk gemilerinden bazılarını barındıran liman, sarayın ön cephesinin bulunduğu yerin batı yakası ile Çatladıkapı arasında uzanıyordu. Liman denizden bir dalgakıranla ayrılıyordu. Başlıca görevi imparatorluk sarayına hizmet vermek olduğundan diğer limanlara oranla oldukça mü tevazı boyutlarda yapılmıştı. 1960 yılında yapılan sahil yolunun yapımına dek mendireğe ait bazı kalıntılar görülebiliyordu.

Saray ve limanın adının imparatorluğun pagan geçmişinden gelen bir isim olduğu açı ktır, kimi kaynaklarda limana ismini veren sözcüğün “bukalos” yani “çoban”dan geldiği belirtilir. Bizans ortaçağında ise bu isim “ bus kaileon” a dönüşmüştür, buna da neden olan yapısal unsur ise limanı süsleyen ve bir boğa ile bir aslanı birbirleri ile mücadele ederken gösteren heykeller olmuştur.

İstanbul’un Bizans ve Osmanlı dönemindeki limanları nı inceleyen tarihçi Wolfgang Müller’e göre başlangıçta basit bir iskele halinde olsa da burada muhtemelen daha Bizans’ın ilk zamanlarında, mendirek ile korunan bir liman mevcuttu. Yalnızca imparatorluk gemilerine ayrılmış bulunan limanda gemilerin bakımı ile barınmasına yönelik hizmet veren tesislerin bulunup bulunmadığına dair elde somut bir bilgi bulunmamaktadır. Liman söz konusu iş levinin yanında, imparatorların ve saray mensuplarının deniz yolculuklarında ve üst düzey ziyaretçilerin ziyaretleri esnasında kullanılı yordu.

Faros
Ahırkapı ile Küçük Ayasofya arasındaki Büyük Saray’ın güneydoğusunda yer alan Faros, Bizans döneminde şehre denizden yaklaşan gemilere yolunu göstermek amacıyla inşa edilmiş olan fener kulesiydi. Yapım tarihi bilinmemekle birlikte, erken Bizans dönemine ait olduğu sanılmaktadır. Askeri amaçlarla da kullanılan Faros 9.yy’da, işaret ateşlerinden oluşan bir zincirin son noktası olarak, doğu sınırlarındaki Arap akınlarını başkente haber veriyordu. Faros hakkındaki bilgilerimiz Bizans kaynaklarının dışında b? ?yük oranda 1390’da şehre gelen Rus hacılardan ve 1420’de Konstantinopolis’e de gelen İtalyan Seyyah Boundelmonti’nin anlattıklar? ?ndan kaynaklanmaktadır. Buna göre Faros silindirik bir yapıdaydı ve en üst kat? ?nda, dört sütunla çevrilmiş camların ardında yanan bir ateş vardı.

Fener büyük olasılıkla deniz surlarındaki 32 numaralı kulenin ya da burcun üzerinde inşa edilmişti. Ve Bukoleon Sarayı’nın hemen doğusunda saray duvarlarına 10. yy’da eklenen bölümün denizle buluştuğu noktada yerde bulunuyordu. Faros bugün Osmanlı dönemine ait takviye inşaatı ile kaplı bir haldedir.

Meryem Ana ya da Faros Kilisesi
Faros adı ile de bilinen bu kilise fenerin hemen arkasında uzanan Büyük Saray’ın alt taraçasının olduğu yerde bulunuyordu. Kilise Bizans’ta kutsal emanetlerin yer aldığı ve muhtemelen özel ayin günlerinde de sergilenerek ayin yapılan bir hazine dairesi gibiydi ve bu yüzden de Bizans’ın en özel ve en kutsal kilisesiydi. Burada saklanan bu ç ok özel kutsal emanetler arasında İsa’nın çarmıha gerildiği gün ü zerinde olan ve kefen olarak kabul edilen elbisesi ve yine çarmıha germe esnasında kullanıldığı iddia edilen eşyalar bulunuyordu.

1204 senesinde Konstantinopolis’i yerle bir eden Latin İşgali esnasında şehirde bulunan pek ? ?ok askeri, sivil ve dini yapı gibi bu kilise de yağmalandı, tahrip edildi. Kilise bu olaydan sonra işgal atlatılmasına rağmen terkedilmiş bir halde yıkılmaya bırakıldı ve Fatih dönemine kadar ulaşamadan yok oldu.

Ahırkapı Feneri
Ahırkapı’da Marmara surları ile sahil yolu arasında Ahırkapı meydanına açılan sur kapısına girmeden önce kıyıda yer almaktadı r.

III. Osman tarafından 1735 yılında yaptırılmıştır. Kaptan-ı Derya Süleyman Paşa nezaretinde inşa edilen bu ilk Osmanlı feneri Marmara surlar? ?nın Oluk Kapısı mevkiindeki bir burcunun üzerinde ahşap olarak yaptırı lmıştı. Fenerin bakımı ve işletmesi önceleri bostan ocağındaydı, fenerin yanmasını sağlayan yağ kandillerinin yakıtı olan yağ ise Topkapı Sarayı ’ndan temin ediliyordu. Abdülhamid döneminde bu uygulama değişmiş ve fenerin bakım ve işletmesi gedik usulüne bağlanmıştır. Bu uygulama ile fenerin bakımı babadan oğula geçmiş ve bu gelenek günümüze dek değişmeden gelmiştir.

Ahırkapı Feneri ahşap olduğu dönemlerde birkaç kez yangın geçirerek harap olduğundan, 1857’de Abdülmecid tarafından yeniden, ancak bu kez taştan inşa ettirilmiştir. Fener günümüze dek, çeşitli zamanlarda onarımlar geçirerek gelmiştir.

Fener kulesi dıştan bütü nü ile sıvanmış ve gövdesi de tamamen beyaza boyanmıştır. Fener kulesinin silindirik biçimli gövdesi, siyah, metal bir çember ile donatılmıştır. Camdan bir kafesin içinde yer alan fener, üzerine oturduğu ve korkuluğa dönüştürülmüş olan kare tabanlı balkon kaide üzerine yerleştirilmiştir. Çokgen bir prizmayı andı ran ve minare şerefelerine benzeyen balkon küçük konsollar ve şebekeli korkuluklarla desteklenmektedir. Yaklaşık 40 metre yükseklikteki bir kulenin tepesinde yer alan ve cam koruyucu içinde muhafaza edilen fener ise, iki saniye aralıklarla olmak kaydıyla dört saniye süresince ışık vermektedir.

Akbıyık Hamamı
Ahırkapı Akbıyık Mahallesi’nde Akbıyık Caddesi’nin sonunda, tren köprüsünün deniz tarafında, Keresteci Hakkı Sokağı’nın köşesinde yer almaktadır.

İstanbul’da günümüze kadar ulaşabilmiş tarihi hamamlar içinde en eskilerden birisidir. Bir çifte hamam olarak inşa edilen yapının kadınlar kısmı günümüzde de çalı şmaya devam etmekte, buna mukabil erkeler kısmı ise halihazırda çalış mamaktadır. Nitekim çalışmayan erkekler kısmı orijinal yapısını da muhafaza etmemektedir. 1956-57 yıllarında yapıyı yenilmek için yapılan tamiratlar esnasında yapılan yanlış uygulamalar nedeni ile erkekler kısmının orijinalliği bozulmuştur. Buna karşılık yapı plan olarak ilk yapıldığı gü nkü halini muhafaza etmektedir.

Akbıyık Hamamı İstanbul’daki tarihi hamamlar içinde en eskilerden birisi olmakla birlikte, bunlar içinde nispeten az bir ö neme sahiptir, bundan dolayı da, tarihi hamamlar içerisinde az bir yer tutmaktadır. 1946 yılında onarım geçirdiği esnada bir restorasyon kurbanı olan yapının camekanlı kısmı, kiremit ile örülmüştür. Ortasında yerleştirilmiş olan ve yine kiremitle örtülen aydınlık feneri de bu onarım esnasında yerleştirilmiştir. Erkekler kısmında var olduğu çeşitli kaynaklarda belirtilen, ancak günümüzde olmayan fıskiyeli havuzun ise günümüze kadar gelmemiş olmasının nedeni bilinmemektedir.

Giriş bugün kahve ocağının bulunduğu bölümde yer alan antre kısmının yanında, soğukluğa geçiş de söz konusu kahve ocağının yanında bulunan kapıdandır. Soyunma odaları ise üst katta ve iki adettir, burada uzun bir peyke de yer almaktadır. Akbıyık Hamamı’nın sıcaklık kısmıysa dört kubbe altında bulunan, üç bölümden oluş maktadır. Bu bölümlerden ilki, tek kubbeli ve dört köşe bir göbektaşı ile bunun çevresinde dizili bulunan kurnalardan oluşmaktadır. Bu kurnalardan birinin etrafı duvar ile çevrilerek halvet kısmı haline getirilmiştir. Sıcaklık kısmı nın ikinci bölümüyse küçük bir kubbenin altında iki kurnalı bir halvetten oluşmaktadır. Bu bölümün solunda da birisi küçük, diğeri ise ona oranla daha büyük kubbelerin örttüğü bir başka sıcaklık birimi bulunmaktadır. Bu kı sım da bir duvarla ikiye bölünerek üç ayrı odacık halinde bir bölüm haline getirilmiştir. Yanlarda yer alan bölümlerse yarım duvarlar halinde bölünerek, ikisi tek, ikisiyse çift kurnadan ibaret dört halvet olarak yapılmıştır. Aynı plan her iki yanda da simetrik olarak izlenebilmektedir.

Yapının dış görünüş ü bir hamamdan ziyade, birbirine yapışık bir yapılar kompleksi izlenimi vermektedir.

Akbıyık Mescidi ve Tekkesi
Eminönü İlçesi, Ahı rkapı semtinde Akbıyık Caddesi ile Akbıyık Camii Sokağı’nın kavşak noktasında bulunmaktadır.

Banisi, Hacı Bayram-ı Veli Hz’lerinin halifelerinden, II. Murad ve Fatih devirlerinde ünlenmiş bulunan “Şems-i Hüdâ” mahlası ile bilinen sufilerden Akbıyık Dede’dir (asıl ismi; Abdullah Ahmed Muhyiddin ya da Mehmed Muhyiddin yahut Şemsî’dir). Mahalleye de adını veren yapının kurucusu olan bu zat bir Bayrami dervişidir.

Mescidin kesin inşa tarihi bilinmemektedir, her ne kadar bu zatın söz konusu mescidi İstanbul’un alınmasını takiben yaptırdığı yönünde yayg? ?n bir kanı olmakla birlikte, 1546 tarihli vakıf defterlerinde yer alan kimi ibarelerden bu bilginin doğruluğu şüpheli duruma düşmektedir. Öte yandan mescidin vakfiyesinin tescil tarihi 1464 olduğu için, her ne kadar İstanbul’un alınmasını mü teakip olmasa da hayli erken tarihlerde, yani vakfiyenin tescil tarihinden az önce kurulduğu düşünülebilir ki, bu da hayli erken bir tarihtir. Bu nedenle Akbıyık Mescidi’nin İstanbul’da ilk yapılan mescidlerden birisi olduğunu sö yleyebiliriz. Mescidin İstanbul’da inşa edilen camiler içinde kıbleye en yakın doğrultuda inşa edilmiş ilk dini yapı olması nedeni ile halk arasındaki adının, “Evvel-i Kıble” (Önceki Kıble) ya da “İmamü’l mescid” (Mescidlerin Önderi) olduğu da kaynaklarda belirtilmektedir

Dikdörtgen bir plana sahip olan mescid ahşap çatılı ve 192 metrekare iç alana sahiptir. Duvar kalınlığı 90 cm’dir. Tek şerefeli minare eski gövde ve şerefesini halen muhafaza etmektedir. Akbıyık Mescidi’ne vakıf olarak 864 akçe gelir getiren tek katlı iki ev ile 500 akçe gelirli bir bahçe bırakılmış, bundan imama günlük 2, müezzine 1 akçe maaş olarak ayrılmıştır.

Akbıyık Mescidi’nin sonraki tarihlerde bir takım ek vakıflar ile gelirleri arttırılmış, mescid zamanın ve doğa koşullarının yıpratıcı etkisi ile çeşitli dönemlerde onarım geçirmiş, yapıya ek olarak başka hayır eserlerinin de eklenmesiyle ortaya küçük ölçekli bir külliye çıkmıştır.

Zamanla yapının kendisine de bir takım eklemeler yapılmıştır, minber kısmı Darüssade Ağası Mustafa Ağa tarafından ilave edilmiştir ve böylece mescit camiye dönüşmüştür.

Yapıyı küçük çaplı külliyeye dönüştüren eklemeler ise ç ok sonraki süreçlerin sonucudur. Bu anlamda ilk olarak vakfiye defterlerinde adı Hü ssam bin Abdurrahman olarak geçen bir hayırsever, daha sonraki senelerde bu mescit/caminin yanına (1535 senesinde) bir mektep yaptırmıştır. Yazıcı Mehmed ismini taşıyan bir başka hayırsever ise 1793 senesinde minarenin karşı sına bir şadırvan yaptırtmıştır. Daha sonra bu şadırvanın suyu ç alınınca bu kez söz konusu zatın kızı Hacce Hanım, 19.yy’da bu ? ?adırvanı yenileyerek ihya etmiştir. Yapı son olarak 1950’lerde Türkiye Anıtlar Derneği İstanbul şubesince ve semt halkının da yardımları ile yenilenmiştir.

Akbıyık Tekkesi’nin ise vakfiyede yer almamakla birlikte muhtemelen mescitle aynı zamanda yahut, mescit yapıldıktan kısa bir süre sonra 1484 senesinde yaptırıldığı, bir başka vakıf defterindeki kayıtlardan anlaşılmış bulunmaktadır. Zaman içinde ortadan kalkan tekke, 17.yy ortaları nda dönemin güçlü Veziriazamı Köprülüzade Fazıl Mustafa Paşa tarafı ndan yeniden tesis edilmiştir. Tekkenin postuna ise Halveti tarikatından Çarhacı Şeyh Ahmed Efendi geçmiştir. Böylece tekke yıllar sonra başka bir tarikatın hakimiyetine geçmiştir. Başlangıçta Akbıyık Dede’den dolayı Bayrami olan tekke, 17.yy’da Halvetilerin, sonraki süreçlerde 18.yy’da ise Cerrahiliğin bir kolunun, son onarım gördüğü zamanlarda ise Kadiriliğin hizmeti altında olmuştur. Tekkelerin kapatılmasından sonra harap düşerek onarılmayan tekke binası ne yazık ki günümüze kadar ulaşmamıştır.

Çift fonksiyonlu bir tesis olarak Akbıyık Mescit-Tekkesi’nin mimari özellikleri bütün ayrıntıları yla bilinmemektedir. Yine de, geçirmiş olduğu üç aşamada tevhidhane olarak kullanılan mescit ile bunun avlusu etrafında sıralanan birtakım ahşap binalardan müteşekil bir yapı olarak düşünülebilir. Daha sonradan yapıya eklenen ve mescidin avlusunda bulunan mektebin zemin katının tekke olarak kullanıldığı, bundan başka iki adet çift katlı binanın varolduğu bilinmektedir. Avlunun batı kesiminde yer alan ve halihazırda cami yaşatma ve yaptırma derneğinin olduğu yerde ahşap binalardan haremlik ve selamlık binalarının bulunduğu tahmin edilmektedir.

Geçen yüzyılın sonlarında yeni baştan yapılan mescit -tevhidhane bölümü kagir duvarlı, ahşap çatılı ve mimari özellikler bakı mımdan dikkat çekecek unsurlar bulundurmayan sıradan bir binadı r.

Mescid de, tevhidhane de enine ve dikdörtgen planlı olan, kapalı bir son cemaat yeri ile harim (kadınların namaz kıldığı bölüm) kısmından meydana gelen bir yapıdır. Moloz ve taş örgülü, sıvalı bir halde bulunan, on biri harim bölümüne ait, toplam on yedi adet olan dikdörtgen açıklıklı ve demir parmaklıkla muhafazaya alınmış büyük pencereler bu bölümde sı ralanmaktadırlar.

Cumhuriyet döneminde geçirdiği onarımla yenilenen son cemaat yerinin üst kısmındaki bölüm üstte bulunan mahfil olarak değ erlendirilmiş, üst katı taşıyan betonarme sütunların arasına harim kısmı na açılan pencereler yerleştirilmiştir. Duvarları bel hizasına gelecek kadar koyu yeşil renk fayanslar ile kaplanmış olan harim mekanın üst kısmıysa bir tekne tavan ile örtülmüştür. Tavan süslemeleri olarak yapılan nakışlar ise boyanarak yok edilmiştir.

Ahşaptan yapılmış olan mihrap ve minber ise tarz olarak yapıldığı yüzyılın sonlarında ortaya çıkan eklektik bir zevk anlayışını yansıtır mahiyettedir.

Minareninse, yerleştirildiği yerin kitlesinden taşkınlık yapan kaidesi çokgendir, pahlı yüzeylerle oluşturulan pabuç kısmı ise kaide gibi ilk yapılan orijinal binadan kalmadır. Pabuçtan sonraysa silindir gövdeyle, üç sıra testere silmenin taşıdığı, geometrik dü zenli şerefe gelmektedir. Soğan biçimi taşıyan bir kubbecik olarak tasarlanmış olan kurşun kaplamalı ahşap külahla, minare sona ermektedir.

Yapıda genellikle orijinal binadan kalan unsurlar çok az olmakla birlikte, mescit-tevhidhane kı smının güneydoğu köşesinde yer alan pahın üzerinde bulunan bademli dolgunun ilk inşa sırasında kalmış olması ise kuvvetle muhtemel gözü kmektedir.

Ahşap oyma tekniği ile yapılmış, siyah zemin üzerine sarı yaldız sülüs hatlı mihrap ayetiyle, talik hatla nakşedilmiş “Yâ Hazret-i Bilal-ı Habeşi” levhaları, ayrıca II. Mahmud döneminin estetik beğenisini yansıtan, helezonik biçimli, yivli pirinçten mihrap şamdanları ile yine aynı dönemin tarzını taşıyan sedef kakmalı rahle binada en çok göze çarpan eşyalardı r.

Hazire kısmının duvarlarında ise sokağa açılan parmaklıklı ziyaret pencereleri mevcuttur. Kendisi Bursa’da yaptırmış olduğu ve günü müze kadar ulaşamamış bulunan imaret ile zaviyenin yanında bulunan türbede gömülü olsa da, Akbıyık Dede Hz’lerine burada bir makam kabri yapı lmıştır, bu makam kabri mescit-tevhidhane bölümünün duvarının önü nde bulunmaktadır.

Kapuağası -Mahmud Ağa Camii
Ahırkapı ’dan Sultanahmet’e çıkarken, kendi adı ile anılan sokakta yer almaktadır. “Kapı Ağası Camii” olarak da bilinir.

Banisi Babüssade Ağası Hadım Mahmud Ağa, mimarı Mimar Sinan’dır. Farsça yazılı olan kitabesinde ise 1553 senesinde yapıldığı yazılmaktadır. Cami, medrese, mekteb ve çeşmeden oluşan bir külliye olarak yapılan ya da gelişen yapılar topluluğundan günümüze sadece cami ve yıkık mekteb duvarları intikal etmiştir. Cami ise 1776, 1825 yıllarında iki kere yanmış ve iki kez onarım görmüş, en son 1895 senesinde çıkan meşhur Hocapaşa yangını esnas? ?nda harap olmuş, daha sonra yeniden inşa edilmiştir.

Caminin bugünkü hali orijinal olmaktan çok uzaktır, dolayısı ile caminin orijinal mimarisi bilinmemektedir.

Camiyi çevreleyen pencereler ince uzun, sivri kemerli ve büyüktür. Kiremitle örülen camiyi 1 metre 50 santim kalınlığındaki duvarları çevrelemektedir. Kare planlı harim kısmı ise onarım görmeden önce kubbeli olarak inşa edilmiş olabileceği izlenimi vermektedir.

İshak Paşa Camii
Eminönü İlç esi’nde Cankurtaran Mahallesi’nde, Bâb-ı Hümayun’dan Ahı rkapı Meydanı’na inen ve adını taşıyan mahallede İshak Paşa Caddesi üzerinde yer alır. Banisi Fatih dönemi sadrazamlarından ve Bayezid dönemi ricalinden Sadrazam İshak Paşa’dır. O dönemde yanında camiye gelir getirmesi amacıyla vakfedilerek yaptırılan hamamı ve günümüze kadar ulaş amamış olan mektebi ile küçük çaplı bir külliye olarak yaptırılmıştı.

Caminin yapılış tarihi ile ilgili net bir bilgi olmamakla birlikte 1487 senesinde vefat eden İshak Paşa’nın ölümünden önce ve son şeklini alan vakfiyeye bakarak 1485 sonları olabileceği düşünülebilir. Minberini ise daha sonra Fatih’in vezirlerinden Mehmet Paşa koydurtmuştur.

Paşa, İstanbul’da Boğazkesen’de bir hamam ile yine İstanbul’da yaptı rdığı diğer hamama bitişik 4 dükkanı bu mescide vakfetmiştir. Vakfiyede İmama 4’ü imamet, 3’ü çocukların okutulması için toplam 7 akçe vazife vermektedir. İmamın fakih ve hafız olmasını şart koşmaktadır. Mü ezzine ise kayyım vazifesi ile birlikte 3 hasır, kandil yağı ve diğer malzemeye günde iki dirhem tayin etmektedir.

Yapının giriş kısmındaki yan yana üç kitabeden, caminin 1704’te vakıf mütevellisinden Mehmed Ağa, 1732’de Bağdatlı Yahya Ağa ve 1811’de Padişah Üçüncü Selim’in üç üncü eşi Tab’ısafa Kadın tarafından, birbirlerini izleyecek biçimde ç eşitli zamanlarda tamir ettirildiği anlaşılmaktadır. 1918 yılında Cankurtaran Mahallesi’ni baştanbaşa saran yangında harap olan cami ve hamamı onarılmıştır. Son onarım gördüğü tarih 1951 olan cami, bu onarım sı rasında iyice elden geçirilerek ciddi bir değişiklik geçirmiştir. Tamamı ile moloz taştan inşa edilen caminin, tek kubbesi sekiz köşeli dış kasnağa oturmuştur. Yüksek, mütenasip 2 göz revaklı, yandan kapılıdır. Harabe halindeyken 1951 yılında yapılan tamir esansında duvarları kalın sıva ile kaplanmış, ancak sonraki yıllarda bu sıvalar dökülerek duvar yüzü ortaya çıkmıştır. Caminin duvarında üç sıra pencere vardır. Kasnak ise sağırdır. Caminin iç kısmının herhangi bir özelliği kalmamıştır. Caminin avlu kapısından harem kapısına kadar camlı bir yol yapılmıştır.

Cami, kare planlı ve kubbeli bir harim ile kare planlı ve kubbeli olmak üzere iki birimden oluşan bir son cemaat yerinden oluşacak biçimde inşa edilmiştir. Harim kısmının kuzey duvarında bulunan izlerden, yapının son onarım esnasında yenilenmemiş olan son cemaat yerindeki kubbelerinin yuvarlak kemerlere oturduğu anlaşılmıştı r.

Harimin girişi kuzey cephesinin soluna (doğu kesimine) kaydırılmış, aynı cephede yer alan iki pencerenin arasına yapının ekseninde olmadığı halde küçük bir son cemaat yeri mihrabı yerleştirilmiştir. Moloz taşlar ile örü lü bulunan cephelerde, iki sıra halinde yerleştirilmiş dörder pencere yer almaktadır. Alttaki pencerelerin dikdörtgen açıklıkları mermer söveler ile kuşatılmış, topuzlu demir parmaklıklarla ile donatılmış ve tuğla örgülü sivri hafifletme kemerleri ile taçlandırılmıştır. Kurşun kaplı kubbe içerisinde pandantiflerle, dışarıdan sekizgen prizma biçiminde bir kaide üzerine oturur. Beden duvarların? ?n ve kasnağın saçakları testere dişli silmelerle oluşturulmuş tur.

Harimin kuzeybatı köşesinde yer alan minare, kesme küfeki taşı ile örülmüş, yarım sekizgen biçimindeki bir kaide üzerine oturur. Silindir biçimindeki, tuğla örgülü gövdesinde küfeki taşından üç adet beyaz taş bilezik dikkati çeker.

İshak Paşa Hamamı
Eminönü İlçesi’nde Cankurtaran Mahallesi’nde Ahırkapı Meydanı’na inen yolda İshak Paşa Camii’nin batısında yer almaktadır.

Cami ile birlikte yapı lan hamamın da yapım tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Hamam günümüzde depo ve imalathane olarak kullanılmaktadır. Sıcaklığın ve ılıklığın bazı kesimleri yıkılmış, geriye kalan ve artık bir hayli yıkık duruma gelmiş olan kesimlerde sonradan imalathanece açılan kapılarla özgün tasarımlarını ö nemli ölçüde yitirmiş bulunmaktadır.

Sadece hamam olarak tasarlanan yapının duvarları kaba yontma küfeki taşıyla yapılmış, üstteki kubbe ve tonozlar ise tuğla ile örülmüştür. Kare planlı ve soğukluk kubbesi ile örtülm? ?ştür. Kubbeye geçiş, prizmatik üçgenlerin dolguladığı tromplarla sağ lanmıştır. Giriş cephesi ile bunun solunda yer alan cephede, soğukluk kısmı nı aydınlatan, üç sıra halinde düzenlenmiş pencereler görülmektedir. Sı caklıkta Türk hamam mimarisinin en eski ve en yaygın biçimi olan dört eyvanlı plan uygulanmıştır. Kare planlı ve kubbeli köşe halvetlerinden birisi ılıklık olarak değerlendirilmiştir. Köşeleri pahlanmış kare planlı ve kubbeli merkezi birim göbektaşını barındırır.
Dört yönde bunu kuşatan eyvanlardan ikisi dilimli yarım kubbelerle, ikisi de yıldız tonozlarla örtülüdür. Köşe halvetlerine pahlı köşelerden geçiş sağlanmıştır. Ilıklık bölümüne açılan helanın varlığı temel izlerinden tespit edilmiştir.

Hekimoğlu Ali Paşa Validesi Çeşmesi
Ahırkapı’da Akbıyık Camii ile Ahırkapı Sokağı’nın kesiştiği yerde köşede bulunmaktadır. II. Mahmud dönemi sadrazamlarından Hekimoğlu Ali Paşa’nın validesi için yaptırdığı bu çeşmenin, yapım tarihi 1734’tür.

Dönemin estetik zevkini yans? ?tan çeşmenin beyaz mermerden yapılmış ön cephesinde görülen eksikliklere ve kopmuş bulunan suluklarına rağmen bu eserin 18.yy’ın çok seçkin bir örneğini oluşturduğu söylenebilir. Yatay bir biçimde yerleştirilen dikdörtgen biç iminde tasarlanan yapının ön cephesinde, dikey eksende gelişen üç ünite olu? ?turulmuştur. Ortada dışa doğru taşırılmış, birbirine sivri bir kemerle bağ lanmış iki ayak arasına aynataşı yerleştirilmiştir. Aynataşının önünde iki tarafında yer alan birer dinlenme taşı olan bir tekne vardır. Yan taraftaki üniteler birer sulukla zenginleştirilmiştir.

Simetrik süslemelere sahip yan ünitelerde ise üstte bir yarım rozet çiçeğini andıran, küçük istiridye biçimini taşıyan nişle taçlandırılarak estetik yönden zenginleştirilmiş suluk yer alır. Ters dö nmüş bir palmetin üzerine yerleştirilen sulukların kaseleri ne yazık ki bugün mevcut değildir. İstiridye niş üzerindeyse iki tarafı hurma dalı ile sonlanan bir yelpaze motifi görülür. Onun da üstünde yayvan taşlara yerleştirilmiş iki tarafta birer m? ?sır motifi ile süslenmiş armut ağaçlı panolar yer alır.

Çeşmenin farklı plastik nitelikler arz eden panolarındaki mısır motiflerinde belki de “M? ?sırlı” lakabını kullanan bir ustanın yüksek kabartmalar ile üç boyutlu çalışmalara doğru gelişim gösteren sanatının izlerini görmek mü mkün olmaktadır.

Hammamizade İsmail Dede Efendi’nin Evi
Ahırkapı’da Armada Otel’i geçtikten sonra Akbıyık Mescidi’ne doğru çıkan yolun başında, Akbıyık Mescidi’nin hem en karşısında, Yenikapı Mevlevihanesi’nin yetiştirmiş olduğu en büyük klasik Türk müziği üstadlarından Hammamizade İsmail Dede Efendi’nin, ölene kadar bu semtte yaşadığı evi yer almaktadı r.

Dede Efendi’nin 1997’de müze haline getirilen evi günü müzde klasik Türk müziğini yaşatmaya çalışan musikişinasların buluşma noktası durumunda. Ev, üç katlı, cumbalı, ahşap bir konak. Evin girişi bir konferans salonu gibi düzenlendiğinden pazar günleri musiki severler fasıl düzenliyor. Üst katında Dede Efendi’nin meşk odası bulunuyor. Burada düzenlenen musiki sohbetleri ve meşk esnasında fonda çalan neyin tınısı, tahta merdivenlerde ayaklarınızın çıkarttığı gıcırtılara karışı yor.

Şehzadebaşı’nda doğan İsmail Dede Efendi’ye “Hammamizade” lakabı babasının geçimini hamam işletmeciliği ile sağladığı için verilmiştir. Çok küçük yaşta ilahi okurken sesinin güzelliği ilkokul öğretmeni tarafından keşfedilen, dönemin musiki üstadlarından Uncuzade Mehmet Efendi’den ders alan İsmail Dede Efendi, ilköğrenimi bitirdikten sonra bir yanda Uncuzade’nin derslerine devam ederken, diğer yandan da Yenikapı Mevlevihanesi’ne devam etti. Orada Mevlevihane’nin postnişini ve devrinin musiki üstadlarından Şeyh Ali Nutki Dede’nin derslerini izledi, ancak Dede Efendi’nin aslı üstadı olarak Mevlevihane’nin musiki kuramcısı ve şeyhin kardeşi olan Abdülbaki Nasır Dede bilinir. Ney üflemeyi ondan öğrendiği söylenir. Mevlevihane’de aynı zamanda derviş olarak seyr-i sülukunu da sü rdüren Dede Efendi, 1799’da çilesini doldurarak “dede” unvanı nı kullanmaya hak kazandı. III. Selim tarafından da iltifatlara mazhar olan Dede Efendi bu dönemde sarayda dersler verirken, saraydan bir kadınla evlendi ve halihazırda Ah? ?rkapı-Akbıyık’ta bulunan kiraladığı eve taşındı. Dede Efendi şimdi müze olan evinde ölmedi. Hacca gittiği esnada koleraya yakalanarak hayatı nı kaybeden bu büyük üstad, Türk musikisinin en çok eser veren bestekârlar? ?ndan oldu.

Ahırkapı Büyük Roman Orkestrası
700 yıl kadar evvel, Balkanlar’a ilk geldikleri zamandan beri Roman Çingeneleri Avrupa’n? ?n bir parçası olmuşlardır. Kendilerini, insan veya kişi anlamına gelen “Rom” kökünden gelen “Roman” olarak adlandırırlar ve konuştukları dile de “Romanca” demişlerdir. Türkiye’de de Osmanlı döneminde daha çok Trakya illerinden İstanbul’a gelen Romanlar yahut çingeneler, bir yandan demirci ustası olarak çalıştırılırlarken, diğer yandan pek de rahat olamamışlar, Osmanlı’nın ataerkil yapısı ile kendilerinin göçebe toplumsal yapılarından getirdikleri, yerleşik toplumlarla çoğu kez uyuşma sorunu yaşanan ahlaki değerleri ve eğlence düşkünü hayat biçimleri nedeni ile zaman zaman sürgün edilmişlerdir. Marmara kıyısındaki sur kapıları iç erisinde Samatya’da mekan tutmuşlarken buradaki Ermeniler ile uyuşmadı klarından dolayı devrin sadrazamına şikayet edilmişler, paşa da onları buradan sürmüştür. İstanbul’un çeşitli bölgelerine dağılan çingenelerin mesken tuttukları yerlerden birisi de burası olmuştur.

Ahırkapı, Türk Romanlarının uzun yıllardan bu yana yerleşik hayata geçtiği semtlerinden biridir. Ahırkapı Roman Orkestrası’nın çıkarttığı müzik albümü, Ahırkapı semtinde mesken tutmuş Türk Romanlarının geleneksel yaşam tarzını, müzik yoluyla ifade ettikleri uzun, titiz ve yorucu bir çalışmanın ürü nüdür.

Ahırkapı Büyük Roman Orkestrası, aynı mahallede b? ?yümüş, kader birliği yapmış 26 müzisyenin biraraya gelerek oluşturduğu T? ?rkiye’nin en büyük roman orkestrasıdır.
Yıllarca sokaklarda ve bulabildikleri her platformda kendi kültürlerini müzik vasıtasıyla ifade etmeye çal? ?şan roman müzisyenler, Armada Otel’in sahibi Kasım Zoto’nun ç abalarıyla biraraya gelerek orkestra halini almış ve Sony ile yaptıkları dünya ç apında anlaşma sonucu ilk albümlerinin kayıtlarını tamamlamışlardı r.

Kaynakça
- Sarkis Sarraf Hovhannesyan, Payitaht İstanbul’un Tarihçesi, Çev: E.Hançer, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1996
- E.Hakkı Ayverdi, Osmanlı Mimarisinde Fatih Devri, Cilt IV, İstanbul Fetih Cemiyeti, 1987
- E.Hakkı Ayverdi, Fatih Devri Sonlarında İstanbul Mahalleleri, Şehrin İskan ve Nüfusu, Ankara, 1958
- Murat Belge, İstanbul Gezi Rehberi,Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul, 1994
- P.Ğ. İnciyan, 18. Asırda İstanbul Hayatı, Çev: Hrand D. Andreasyan, İstanbul Fetih Cemiyeti, 1976
- Necdet Sakaoğlu, Nasıl Bir Şehirde Yaşıyoruz, İstanbul’un Tarihi Kimliği, S.10 Kentim İstanbul-İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayını, 2003
- Eminö nü Camileri, Mehmet Doğru, Yüksel Kanar, Süleyman Mollaibrahimoğlu, Mehmet Ali Aslan, Kemal Kızgın, Eminönü Camileri, İstanbul Diyanet Vakfı Eminönü Şubesi Yayınları, İstanbul, 1987
- Wolfgang Müller-Wıener, Bizans’tan Osmanlı’ya İstanbul Limanı, S: 9, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul- 1998
- Orhan Erdenen, Adım Adım İstanbul, Ahırkapı Feneri’nden Rumeli Hisarı’na 2700 yıllık bir yolculuk, Kentim İstanbul-İstanbul Büyü kşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, S: 5-6, 2003
- Doğan Kuban, DBİA Arkadiani Maddesi, Cilt 1, S: 305
- Semavi Eyice, DBİA Büyük Saray Maddesi, Cilt 2, S: 346-447
- Semavi Eyice, DBİA Aslanhane Maddesi, Cilt 1, S:325-326
- Albrecht Berger, DBİA Topoi Maddesi Cilt 7, S:294-298
- Semavi Eyice, DBİA Mangana Sarayı Maddesi, Cilt 5, S: 295-296
- DBİA Bukoleon Sarayı maddesi, Cilt: 2, S:327
- Albrecht Berger, DBİA Hodgetria Maddesi, Cilt 3, S: 82
- Albrecht Berger, DBİA Bukoleon Limanı Maddesi, Cilt: 2, S:327
- Albrecht Berger, DBİA, Faros Maddesi, C: 3, S:258
- DBİA, Ahırkapı Feneri Maddesi C:1, S:104
- Ziya Nur Sezer, DBİA Akbıyık Hamamı Maddesi Cilt I, S:153
- Baha Tanman, DBİA Akbıyık Mescidi ve Tekkesi Maddesi, Cilt I, S:152-153
- Emine Naza, DBİA Mahmud Ağa Camii Maddesi C: 6, S: 265
- M. Baha Tanman, DBİA İshak Paşa Cami Maddesi, Cilt 6, S:197
- M. Baha Tanman, DBİA İshak Paşa Hamamı Maddesi, Cilt: 6, S: 19

Adım Adım Ajans Batırma Rehberi

Başlıktan da anlaşılacağı üzere bir ajansı sağlıklı bir şekilde batırmaya ve bu operasyondan yüzümüzün akıyla çıkmaya çalışacağız. Her işte olduğu gibi bu işte de acele etmemek ve batırma sürecini zamana yaymak esastır. Kuruluşun ertesi günü batırmaya çalışacağınız şirket, strafor misali inat edip her seferinde su yüzüne çıkacaktır. Gerçi ajans ismini verdiğimiz şirketler yapı itibariyle sünger gibi olduklarından hızla su emmeye ve batış sürecini maksimize etmeye epey yatkındırlar ama o bile biraz zaman ister. Boşuna efor sarfetmeyin. Enerjiizi son demlerdeki zor günlere saklayın. Hadi bismillah...

Tabi operasyona başlamadan evvel bir ajans kurmuş veya devralmış olduğunuzu varsayıyorum. Henüz ajans sahibi değilseniz fakat batırmaya heves ettiyseniz önce mini bi 'ajans kurma rehberi' yapalım. Normaldir, sizin de canınız çekmiş olabilir.

Ajans Kurma Rehberi
Sektöre herhangi bir ucundan girmiş olmanız yeterlidir. Üstelik bu ajans 'Butik, Çizgi Altı, Çizgi Üstü, Tüm Hizmet, Yarım Hizmet, Çeyrek Ekmek Arası' cinslerinden herhangi birine de mensup olabilir. Farketmez. Ana esas 'Ben reklam ajansı gördüm', 'Babamın reklam ajansı var' cümlesini kurabilmeniz. Eliniz Fıriihend, Fotoşap, Kuark, Muark herhangi bir programa yatkınsa zaten kendinize Grafiker diyebilirsiniz. Yüzünüz yeterince köseleyse 'Art Direktör' bile diyebilirsiniz. Grafik ve Art kelimelerinin anlamını nasıl olsa öğrenirsiniz.

Her neyse. Ajans kurmada ilk kural 'sektöre bulaşmış olmak' ise ikinci kural 'müşteriyi koklamak ve yönlendirmektir'. Yani iş ilişkisi içerisinde olduğunuz parası bol fakat sektöre yabancı bi müşterinin nabzını tutmak ve ara ara "Ben var ya ben, müthiş bir adamım, her şeyi çekip çevirecek kapasiteye sahibim. Tek elle hem friihend'de logo tasarlayıp fotoşap'ta (her kes fotoşop derken siz fotoşap diyerek farkınızı hemen ortaya koyun) emboss uygularken diğer elle elma soyup sandalye çevirebilecek kapasitede bi adamım ama burda kıymetimi bilmiyorlar işte" intibaı uyandırmaktır. Tabi arada reklam dünyasının ışıltısından, manken sosyete alemlerinden, medya dünyasındaki itibarından falan da dem vurmayı unutmayın. Bu tohumları ektiğiniz kurbanınız bir müddet sonra "Lan ben de ucundan bulaşsaydım ya şu sektöre, millet o biçim hatun g*türüp üstüne bi de itibar görüyor. Bakarsın benim de tostunu yiyip odasında bekleyenim olur" düşünce balonuna sahip filizler açacaktır. Tabi bu fikir bir kez yeşerdiği anda da "Peki nasıl anasını satiim?" sorusunun cevabını aramaya girişecektir. Cevap olarak da "Yaw altı üstü bi ofis, bi mekintoş bi de işten anlayan adam oldu mu tamamdır. Hem onu da ortak eder, işi sahiplenmesini sağlarım. Zamanla da büyüyüp gideriz." O ortağın kim olacağını bilmem söylemeye gerek var mı? Eheh. Baktınız adamdan herhangi bir teklif gelmiyor, o zaman dolambaçlı yolları bırakıp beyne tohumu ameliyatla yerleştirmeniz lazım. İşte narkoz cümlesi: "Abi senin epey reklam işin varmış. Yılda kaç para harcıyorsun reklama?"... Nakavt!

Tabi çalıştığınız yerde müşteriyle birebir muhabbetiniz olmayabilir. Bu durumda kurbanı başka çevrelerden aramanız lazım. Sonuçta sizi bir müddet finanse edebilecek bir para babasına ihtiyacınız var. Kendi sermayeniz olup da ajans kurmaya çalışıyorsanız yanlış yere geldiniz. Kim göz göre göre batırmak üzere bir ajans kurabilir ki? Bu azme sahipseniz bana mail atın sizle bi ajans kurabiliriz. Ehm. (Kek buldun mu ye, keklik buldun mu gene ye prensibi).

Ajans kurma girizgahını fazla uzatıp asıl mevzudan uzaklaşmayalım. Öyle veya böyle bi ajans kurduğunuzu farzediyorum artık. Ha! Unutmadan. Bi ajans kurdunuz ve batırmayı da bir türlü başaramadıysanız şayet size CV?mi göndereyim. Laf aramızda süpper bi adamımdır.

Adım 1: Doğru söyleyin
Cuma akşam 5'te gelen 300 sayfalık bir kataloğun pazartesiye yetişmeyeceğini inatla söyleyin. Böylece müşteri denen zerzavat başka bir ajansa (çoğunlukla da direkt matbaaya) gidip aynı işi iki hafta sonra teslim almak üzere yaptırsın. Siz de beri tarafta 'E madem iki haftan vardı, ne diye Pazartesi diye ısrar ettin be adam!' diye dövünüp cukkaların başka kasaya gitmesini izlersiniz.
Batmaktan vazgeçerseniz: "Tamam abi, sen hiç merak etme. Senin işinle bizzat ilgilenip pazartesiye yetişmesini sağlayacağım. Bu arada şu peşinat işini halledelim" deyin, Pazartesi günü de "abi resimlerin dekupe olmadığını niye söylemedin, çocuklar gece gündüz onla uğraştılar. Öyle olduğunu bilsem valla almazdım işi" deyip ikinci avansı isteyerek iyice üste çıkın. Vermeyecektir ama sizin gecikme mazeretine de itiraz edemeyecektir.

Adım 2: Suçu üstlenin
Şayet işi yetiştiremeyip ya da yanlış yunluş yetiştirip gübreye sardıysanız suçu üstlenip bedelini ödemeye hazır olduğunuzu söyleyin. Böylece reklamasyon bedeli, gecikme tazminatı gibi cezaları afiyetle yiyip şapa erkenden oturabilirsiniz.
Batmaktan vazgeçerseniz: Çirkefleşin. Suçu matbaaya, mücellite, laminasyoncuya, hükümete, zencilere atın; gerekirse "Yav valde komaya girdi beyin nakli yaptırdık, işle ilgilenemedim. Cemil Bey'di değil mi? Ha Cemal Bey... Pardon... Halen aklım başımda değil. Kusura bakmayın." şeklinde duygu sömürüsü yapın. Bir yandan cep telefonuyla hastanedeki hayali refakatçıyı arayıp "nasıl oldu annem, parende atabiliyor mu?" diye sormanız işe inandırıcılık katacaktır.

Adım 3: Müşteriyi yönlendirmeye çalışın (eğitmeye diyeceğim de dilim varmıyor)
Müşteriniz logosunu büyütmek istediğinde, bir dergi ilanına tüm kataloğu sığdırmaya çalıştığında, zemindeki kırmızıyı yeşile çevirtmek istediğinde bu isteklerinin neden yanlış olduğunu tana tane anlatın. Adamın tüm itirazlarına ısrarla karşı koyup "Bu işin uzmanı sizseniz niye bize geldiniz" Doktorunuza 'o ilacı verme bunu ver, orama sürme burama koy' demiyorsanız bize de demeyin rica ederim" gibi bir ukalalık yapın.

Batmaktan vazgeçerseniz: "Aaa yeşil süper durdu. Logo şahane göründü hakkaten" deyip işi bitirin ve adamın cebindeki yeşilleri kendi cebinize aktarın. Tabi arada "vallahi sizle çalışmak çok zevkli. Ufkumuzu açıyorsunuz. Bu konularda müthiş yeteneğiniz var" deyin ki adam başka yerlere gitmesin. Gitse bile başkaları kendisindeki cevheri keşfedemeyecekleri için tıpış tıpış geri dönsün. Ha yeri gelmişken belirteyim, bu tip adamlar ajans kurmak için kanca atılacak ideal adamlardır. Bu sebeple elemanlarınızla birlikte çalışmasına pek müsaade etmeyin.

Adım 4: Sözünüzde durun
Müşterinize işleri zamanında teslim etmek için gerekirse kazanacağınız paranın iki katını harcayın. Aynı müşterinin peşin olarak anlaştığınız ödeme için burnunuza dayadığı altı aylık çekini de kırdırıp piyasaya söz verdiğiniz vadede ödeme yapın. Merak etmeyin iki iş sonra nalları dikeceksiniz. Süpersiniz.
Batmaktan Vazgeçerseniz: Müşterinin size yaptığının iki katını siz matbaaya, mücellite, kağıtçıya yapın. Hatta altı aydır ödemediğiniz borcunuz için masaya oturup pazarlıkla rakamı yarıya çekip bi de üste altı aylık çek verdiğinizde sizden müthişi yoktur bu piyasada. Savulsunlar bee, sizi kim tutar!

Adım 5: Peşinat istemeyin
Müşterilerinizle ilişkileriniz ne kadar şeker, ne kadar dostane yürüyor. Her işte de peşinat isteyip bu dostluğa gölge düşürmeyin sakın. Siz istenilen işin çalışmalarına başlayın, yirmibeşbin farklı tasarım üretin, beşyüzbin sayfa print alın, maket üstüne maket hazırlayıp sonunda onayı alın. O aşamada iş iptal olduğunda zaten müşteri yaptığınız harcamayı ve emeğinizi karşılıksız bırakmayıp "hakkını helal et abi. Bu işi mutlaka yaptıracağız ama yeni ürünlerimiz gelene kadar beklememiz lazım" diyecektir. Sonuçta yapılmamış bi işe ödeme yapıldığı nerede görülmüş canım. Siz o çalışmaları onbeş CD'ye yazıp arşive kaldırın. O ürünler geldikten, ilk ürünler güncelliğini yitirdikten sonra bi sonraki partiyi beklersiniz artık. O arada "ürün gelene kadar idare etmek üzere" iki yapraklık bi broşür basarsanız öpüp başınıza koyun.
Batmaktan Vazgeçerseniz: Bir şey söylemeye gerek var mı?

Adım 6: Herkese güvenin
Hükümete, ekonomik istikrar için; müşterinize, ödemede sözünde duracağı için; matbaaya, söylediği saatte baskıya girdiği hususunda güvenin. Herkese güvenin herkese. Bi aksaklık çıktığında da "ben nerde hata yaptım acep?" diyerek kusuru gene kendinizde arayın.

Batmaktan Vazgeçerseniz: Her yeri ve herkesi zırt pırt arayıp işin durumunu sorun. Hatta sormakla kalmayıp bizzat gidin başında durun, psikolojik baskı uygulayın.

Adım 7: Çalışanlarınıza adil davranın
Müşteri size takmış olsa da, kasa tamtakır olsa da bulun buluşturun, gerekirse kredi çekin ve çalışanlarınızın ücretini zamanında ödeyin. Sonuçta onlar şirketinizin kar ortakları değil. Tahsilat yapıp yapmamanız, giderinizin fazla olması, ajansa hırsız girmesi, hatta işsiz oturmaları onların sorunu değil. İyi kazandığınızda fazla ödemiyorsanız kazanamadığınızda da para kesmeniz ya da geciktirmeniz hakkaniyete sığmaz.
Batmaktan vazgeçerseniz: Banka hesabınız taşıyor olsa bile suratınız iki karış gezin. Maaşı ayın sonlarına doğru sallayıp bi de "bilmem hangi ajansta kaç aydır maaş alamıyorlar, siz ayın sonunda bile alabildiğinize şükredin" deyip zeytinyağı gibi üste çıkmayı da ihmal etmeyin. Ha! Çalışanlarınızı mümkün mertebe sigortalatmamaya da dikkat edin.

Adım 8: Yahu yazmaktan sıkıldım.
Anlayın işte, doğru, dürüst olup kaliteli işler yapmaya çalıştığınız müddetçe batmaya mahkumsunuz.

Batmaktan vazgeçerseniz: Her türlü çirkeflik mübahtır.

Üç boyutlu ses

Üç boyutlu ses veya İngilizce adıyla "environmental audio" veya "surround sound", seslerin geliş yönlerini gerçekçi bir şekilde ayarlama teknolojisidir. Örneğin, kullanıcının arkasından gelmesi gereken su sesi gerçekten de arkasından geliyormuş gibi yollanır.

Gerçek üç boyutlu ses
Üç boyutlu sesi yaratmanın en basit ve en gerçekçi yolu bu ses için gerekli sayıda hoparlör kullanmaktır: örneğin sinemalarda veya 5.1 ve 7.1 ses sistemlerde bu teknoloji kullanılır. Bu tür teknolojilerde başarının en önemli faktörü hoparlörlerin kullanıcılara göre olan pozisyonlarını doğru ayarlayabilmektir.

Bu pozisyona olan hassaslık, bazı ortamlarda sorun çıkartabilir: örneğin sinemada bir filmi ortadan ve sol köşeden izlemek arasında muazzam farklar olmaktadır. Dolayısıyla, büyük yatırımlarla yaratılmış bir gerçek üç boyutlu ses sistemini aynı anda kullanabilecek kullanıcı sayısı kısıtlı olmaktadır.

Gerçek üç boyutlu sesi yaratırken gerçekliğe yaklaşmak için hoparlör sayısını artırmak gereklidir: sağ, sol, orta, ön, ön sol, ön sağ, ... , alt sol, alt orta, alt ön orta derken gerekli hoparlör miktarı artmakta ve bunları bir odaya koymak zorlaştırmaktadır. Aynı zamanda, yüksek sayıdaki hoparlörün seslerini saklamak, üretmek ve senkronize etmek maliyetleri artırmaktadır.

Sanal üç boyutlu ses


Kulaklar arası zaman farkı
Öte yandan, bu konuyla ilgili başka bir ilginç nokta vardır: insanlar iki kulakları olmasına rağmen üç boyutlu ses duyabilmekte, yukarıdan, aşağıdan, önden ve arkadan gelen sesleri ayırt edebilmektedir. Dolayısıyla, sadece iki hoparlör kullanarak insanlara üç boyutlu ses izlenimi vermenin mümkün olması beklenir.



Kulaklar arası ses şiddeti farkı
Sanal üç boyutlu sesi yaratırken farkdilen en basit iki fenomen kulaklar arası ses şiddeti farkı (interaural intensity difference) ve kulaklar arası zaman farkıdır (interaural time difference). Daha detaylı bilgi için sağ ve sol taraftaki şemalara bakabilirsiniz. Bu iki fenomeni bir araya getirerek ve lineer olmayan kombinasyonlar kullanarak sesi kullanıcının sağ kulağının yanından çıkartıp, önüne (tepesine değil, önüne) ve ardından da sol tarafında getirebiliriz. Buna ek olarak, hafifçe bas seviyeleriyle oynayarak arkasına da simetrik şekilde geçirebilir, klasik "helikopter" efektini çok az efor sarfederek (sesi yer yer kısarak ve senkronizasyonu ile hafifçe oynayarak, başka bir deyişle sadece çarpma ve toplama yaparak) yaratabiliriz.

Sanal aleme dökmesi daha zor olan fenomenler ise ortamın kendisi ve kulakla alakalı olanlardır:

Eğer dikkatli bakacak olursak, kulağın son derece asimetrik ve her yönden değişik kavislere sahip bir yapısı olduğunu görebiliriz. Bu kavisler, kulağın özellikle orta ve yüksek dalga boyunda (6 ile 15 santimetre arası) olan ses frekanlarına yönüne bağlı olarak filtrelemesine olanak sağlar.
Ortam ile alakalı olan fenomenler ise yankı gibi basitçe taklit edilebilenlerden küçük çıkıntılar gibi karmaşık denklemlerle ancak çözülebilenlere kadar büyük bir dalda değişiklik gösterir.
Genelde piyasada bulabileceğiniz sanal üç boyutlu ses üreticileri kulaklar arası ses ve zaman farkı, yankı ve basit dalga boyu şiddeti oynamaları yaparak gerçekçi sonuçları az işlemci kullanarak üretebilmektedir.

Interactive 3D Audio Rendering Guidelines Level 1.0
Interactive 3D Audio Rendering Guidelines Level 2.0

http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%9C%C3%A7_boyutlu_ses" adresinden alındı.