Bu yazının sonunda, ortaya bazı gerçekler çıkacaktır.. Bu
gerçekler belki de dünyanın gidişini değiştirmeyecektir, ama, bu satırların
yazarı olan benim, Suavi Süalp’in, Türkiye’nin en çok kazıklanan yazarı olduğunu
kanıtlaması bakımından ilgi çekecektir.
Tabii kitap alınıp okunursa..
Ben yazarlığı bir televizyon programında bana spikerin bir soru sorması için başlamadım. Zaten yazarlığa başladığım zaman Türkiye’de televizyon yoktu.
Geçimini yazı yazarak kazanmaya çalışanlara yazar denir. Bu, yazarın çok ilkel bir tanıtımı olsa da, bu kısa tanıtım içinde çok önemli bir gerçek vardır. Geçimini kazanmak için yazı yazmak. Yani, geçimini kazanmak için araba kullanmak, berberlik yapmak, ayakkabı tamir etmek gibi..
Lafı nereye bağlayacağım diye düşünmeyin. Gayet basit, ben
otuzsekiz yıllık yazarlık hayatımda tahminen 354647489983736353637387362782
(boşuna okumayın) kelime yazı yazarak bir rekor kırarken, bu yazdığım yazıların
bedeli olan paranın yüzde birini ancak kazanarak, yüzde doksandokuz kazık
yedim.
Kimden mi?.. Önce tabii bizim meşhur Babıali olmak üzere, filmci, tiyatrocu, komik, şovmen, lokantacı, hayır cemiyetleri, özel şirketler ve birtakım özel ve tüzel kişilerden...
Kimden mi?.. Önce tabii bizim meşhur Babıali olmak üzere, filmci, tiyatrocu, komik, şovmen, lokantacı, hayır cemiyetleri, özel şirketler ve birtakım özel ve tüzel kişilerden...
Beni neden bu kadar sömürdüler?
Gene de bu işin arkasında süper güçleri, yani Amerika veya
Rusya’yı aramadım değil. Fakat ne Amerika, ne de Rusya, benim gibi küçücük bir
yazarı sömürmek için gizli teşkilatlarını uyaracak zahmete neden girsinler?..
Sonra, oyunlarımı, senaryolarımı, yazılarımı alan gazeteleri, dergileri,
tiyatroları, film prodüktörlerini, şovmenleri, komikleri ve öbür kimseleri
Amerikan ve Rus ajanı olarak suçlamam yakışık almaz.. Ama beni yıllardır
sömürenlerin bu ajanlardan daha az gaddar olduklarını kanıtlayamam..
Ayrıca bu kişilerin içinde benim eserlerimin altına kendi
imzasını atacak kadar laubali olanlar, paramı vermek için alacağım paranın yirmi
katı yol parası vermeme neden olanlar, yazdığım yazılardan pasajlar araklayıp
sahnelerde oynayanlar, koskoca bir tiyatro oyununu ad değiştirerek turnelerde
bütün yaz boyunca oynayan tiyatrocuların yaptıkları herhalde bir gizli ajanın
yaptıklarından pek de ufak şeyler değildir. Ayrıca badman, yani kötü adam, ajan,
yani casus kimseyi sömürmez, sadece para karşılığı en adi numaralara yatar.
Hatta ajanın bir yerde aldatılmış ve terkedilmiş bir tarafı da vardır.
Neden beni sömürenlere, yani iyi niyetimi, kafamın
ürünlerini, saf köylünün portakal bahçesini ucuza kapatan madrabaz gibi üçkâğıda
getirenlere bu kadar gıcığım var? Bana neden hep kazık atmışlardı? Alnımda “Bu
adam hıyardır” diye mi yazıyordu?
Sabahlara kadar, gözlerim kan çanağına dönene değin yazı
makinasının başında inekleyip yazdığım senaryoları düşündüm.. Paralarının onda
birini alamadığım, para yerine bono adında kâğıt parçaları hatta feshane malı
ikibuçuk metre elbiselik kumaş aldığım ve tekrar tekrar yazdığım
senaryoları.
Birileri kafamın içine el atmıştı yıllarca. Oradaki ürünleri
araklayıp para haline getiriyorlardı. Sireno Dö Bercerak (doğrusunu bilen varsa
yazsın) olsaydım ve gerek zekâmla, gerek kılıcımla bu herifleri hizaya
getirseydim..
Birden karşıda, vaktiyle bana kazık atan bir tiyatrocuyu
gördüm. İki oyunumu, okumak için almış ve sonra:
“Ah oyunlar, Zeyrek yangınında yandı Suavi Beyciğim. Bilseniz size karşı ne kadar mahcubum. Ama siz maşallah bu kafayla iki günde, tıkır tıkır daha iyisini yazıverirsiniz” demişti.
“Ah oyunlar, Zeyrek yangınında yandı Suavi Beyciğim. Bilseniz size karşı ne kadar mahcubum. Ama siz maşallah bu kafayla iki günde, tıkır tıkır daha iyisini yazıverirsiniz” demişti.
Elimde olmadan ve biraz önce içtiğim rakının etkisiyle:
“Hırsız herif” diye biraz kuvvetle bağırmışım.
Tuhaf değil mi, o anda bir alay adam dönüp baktı. Ben o anda
o bakanların hangi konuda hırsız olacaklarını mı düşünecektim. Gözümü armutların
en iyisinden alan tiyatrocuya dikmiştim. Bu herif yıllardır Fransız vodvillerini
araklayıp, kendini tiyatro yazarı sanan ve Fransızca bilen bir herife üçbuçuk
kuruşa tercüme ettirip oynardı. Oynarken de hep dilini çıkarırdı. Adını
hatırlamıştım, ama burda yazarak teşhir etmek istemem. Manavın karşısında
sahnede yaptığı rolü tekrarlayıp komiklikler ederek kesekâğıdına bir armut fazla
atmaya çalışıyordu..
Dönüp yürüdüm. Peki bu adamlar neden tiyatrocu, artist,
filmci oluyorlardı. Çoğunun bu gibi sanata ilişkin şeylerle gerek görgü, gerek
bilgi, gerek adamlık, gerek incelik ve estetik, zevk, gerek tip bakımından en
ufak ilgileri yoktu. Bir gazinonun önüne geldim. Müthiş Komikler, Arsız
Köpekler.. Bu ikisini iyi tanırdım.. Nasıl tanırdın? diye bir soruyla
karşılaşmayacağıma emin olarak gene de şunu belirtmekte yarar var.
Bu Fazıl ile Hüsnü adındaki iki acayip yapılı herif
seyirciden çok kendileri güldükleri, iyi köpek taklidi yaptıkları için isim
olmuşlardı. Şişmanı ilkokul ikiye kadar okumuştu. Zayıfı Lorel taklidi yapardı.
Babası eski bir hırsızdı. O kadar ağzı kalabalıktı ki, on dakika içinde kafaya
almayacağı adam yoktu. Beni de bu Fazıl adındaki karavata getirmişti:
“Canım ağbiciğim.. Canım babacım. Üstadların bir tanesi.. Yani senin o Maydonoz dergisindeki şeylerinle büyüdük.”
Benim neyimle büyüdüklerini bu kadar açık söyleyenlere karşı bir sevgi duyduğumu anlamıştı:
“Babacığım. Sen şimdi ne yap biliyor musun? Başka hiçbir komiğe şov yazma. Yazma baba, ne yazıyorsun? Seni harcıyorlar.”
“Bak nasıl anladın...”
“Tabii, değil mi ulan Hüsnü?.. Baba sade bize yazsın, haftada da bin kâğıdını temiz alsın.”
Hüsnü Fazıl’a “çıldırmış mı acaba” gibilerden baktı. Hep onun sözlerini onayladığı için:
“Tabi temiz alsın” dedi.
“Canım ağbiciğim.. Canım babacım. Üstadların bir tanesi.. Yani senin o Maydonoz dergisindeki şeylerinle büyüdük.”
Benim neyimle büyüdüklerini bu kadar açık söyleyenlere karşı bir sevgi duyduğumu anlamıştı:
“Babacığım. Sen şimdi ne yap biliyor musun? Başka hiçbir komiğe şov yazma. Yazma baba, ne yazıyorsun? Seni harcıyorlar.”
“Bak nasıl anladın...”
“Tabii, değil mi ulan Hüsnü?.. Baba sade bize yazsın, haftada da bin kâğıdını temiz alsın.”
Hüsnü Fazıl’a “çıldırmış mı acaba” gibilerden baktı. Hep onun sözlerini onayladığı için:
“Tabi temiz alsın” dedi.
Ve bir gazoz içerek Arsız Köpekler’in yazarı oldum. Arasına
kopya kâğıdı koyarak da iki nüsha şu anlaşmayı yaptık: Bir tarafta yazar Suavi
Süalp ve öbür tarafta Arsız Köpekler Fazıl ve Hüsnü şöyle anlaşmışlardır:
1- Yazar bütün yazdıklarını Fazıl ve Hüsnü için yazar..
2- Her hafta mubarek Cuma günü bin kâğıdını alır...
3- Eserlerin bütün hakkı Arsız Köpekler’indir.. Yazar Suavi Süalp eserlerini başkasına satamaz.
4- Komiklik tutmazsa yazar yenisini yazar.
5- Şarta uymayan taraf öbür tarafa 2 milyon lira maddi ve manevi tazminat ödemeyi şimdiden kabul eder. İhtilaf vukuunda başvurulacak mercii İstanbul yargı organlarıdır.
1- Yazar bütün yazdıklarını Fazıl ve Hüsnü için yazar..
2- Her hafta mubarek Cuma günü bin kâğıdını alır...
3- Eserlerin bütün hakkı Arsız Köpekler’indir.. Yazar Suavi Süalp eserlerini başkasına satamaz.
4- Komiklik tutmazsa yazar yenisini yazar.
5- Şarta uymayan taraf öbür tarafa 2 milyon lira maddi ve manevi tazminat ödemeyi şimdiden kabul eder. İhtilaf vukuunda başvurulacak mercii İstanbul yargı organlarıdır.
Ve imzalar. Bu kadar ciddiyet içinde yapılan bir işte hile
olmazdı. Ben hemen o Cuma 1000 liranın hayaliyle aklıma gelen bütün komiklikleri
sıraladım. Bunlarla Arsız Köpekler on yıl idare edebilirlerdi. Veee öyle de
oldu..
Şimdi biri çıkıp, utanmadan şu soruyu sorabilir:
“Peki, her hafta bin liranızı aldınız mı?..”
Hayır. Alamadım, çünkü Arsız Köpekler perşembe günü İzmir Fuarı’na gitmişlerdi. Gazinoya gittiğim zaman program yoktu. Vakfıkebirlileri Sevenler Derneği üçyüz çocuğu sünnet ettiriyordu. Anlatabildim mi?
Arsız Köpekler afişte bana, “Nasıl seni kazıkladıkdı baba”
dercesine bakıyorlardı. Arsız iki köpek.. İki tanınmış sanatçı. O anda ayağımı
koklayan bir köpeğe elimde olmayarak bir tekme attım. Beni köpek gibi mazlum bir
hayvandan soğutan ve köpek adını lekeleyen bu iki herifin afişine bir tükürük
sallayarak yürüdüm.
En iyisi ben afişlere bakmaması gereken adam olduğumu
bilmeliydim. Çünkü sinema, tiyatro, gazino, konser afişleri, her an karşıma
yediğim kazıkları çıkarmak ve anımsatmak bakımından uyarıcı birer tehlikeydiler.
Bir de bana alamadığım paraları alsaydım nelerim olurdu gibilerinden bir kuruntu
gelmişti. Hani bazı adamlar yaşanmamış günleri yaşamış gibi olurlar ya.. Ne
demekse.
Sinir ve Ruh Hastalıkları Mütehassısı Bedri Ruhlananduman
diye bir tabelaya doğru yürüdüm. Birden içeriye girdim. Bacaklarının tatlı
yuvarlaklığı hayatın yükünü unutturacak kadar hoş bir hemşire. Hem hemşire, hem
sekreter.
“Doktor Bey boş mu?”
“Taksi boş mu?” gibi sorduğum bu soruyu hemşire gene nazik yanıtladı:
“Randevunuz var mıydı?”
“Hayır, geçerken uğradım. Zaten hayatımda ilk defa bir ruh doktoruna giriyorum.”
“Bilmem ki. Doktor Bey şu anda içerde kendini dinliyor ama, bir sorsam mı?”
“Sorun.. Belki kabul ederler..”
“Doktor Bey boş mu?”
“Taksi boş mu?” gibi sorduğum bu soruyu hemşire gene nazik yanıtladı:
“Randevunuz var mıydı?”
“Hayır, geçerken uğradım. Zaten hayatımda ilk defa bir ruh doktoruna giriyorum.”
“Bilmem ki. Doktor Bey şu anda içerde kendini dinliyor ama, bir sorsam mı?”
“Sorun.. Belki kabul ederler..”
Kalktı. Endamının çok güzel olduğunu kanıtlayarak yürüdü ve kapıdan girdi.. Ben oturduğum yerde bir an yutkundum. Beni şöyle bir şey kazıklasaydı yüreğim yanmazdı diye düşündüm. Çok tuhaf değil mi, kadınlardan hiç parasal kazık yememiştim. İlk karım hariç. O beni buruşturmuş ve elimde ne varsa alıp kapı dışarı etmişti.
“Manyak karı” diye söylendim. Bir sigara yaktım. Ellerim titriyordu. Ağzım kurumuştu. Her an bir şey yapabilir miydim? Ama ne yapardım?
Hemşire kapıdan çıktı:
“Doktor Bey sizi bekliyor. Buyurun Hulusi Bey..”
“Adım Suavi Süalp.”
Bu laflarım üzerine hemşirenin hemen “Aaaa meşhur yazar
Suavi Süalp siz misiniz? O halde..” demesini bekledim ama, o hiç de entelektüel
bir hemşire olmadığını belirten bir sesle:
“Sürahi Bey mi,” dedi. “Sürahi Sulak..”
“Hayır, Süvari Surat...”
“Sürat mı?”
“Hayır Murat!. Kızım sen boşver, ne yazarsan yaz” diyerek kapıyı vurup doktorun odasına daldım.
“Sürahi Bey mi,” dedi. “Sürahi Sulak..”
“Hayır, Süvari Surat...”
“Sürat mı?”
“Hayır Murat!. Kızım sen boşver, ne yazarsan yaz” diyerek kapıyı vurup doktorun odasına daldım.
Ruh doktoru Bedri Ruhlananduman eski Alman şövalyeleri
tipinde bir adamdı. Uzun boylu, baykuş bakışlı ve çok zayıftı. Parmağında mor
bir şövalye yüzük vardı. Ağzının yan tarafı biraz aşağı doğru kayıktı. Burnu
kemerli ve Joan Veismuller’e benzeyen saçları vardı.
Şimdi burda hiç gereği yokken ruh doktorunu tarif etmemden
benim de iyice bir manyak olduğumu anlamışsınızdır. Ama bunu şimdi doktor daha
açık seçik ortaya çıkaracaktı:
“Oturun.”
“Oturmam.”
“Nasıl isterseniz. Neler hissediyorsunuz?”
“Bu çok zor bir soru doktor. Ben aslında tek şunu hissediyorum.”
“Örneğin neyi?”
“Ben aslında yazarım. Yani işim yazarlık...”
“Vizitem bin liradır. Belirteyim.”
“Neden yazar olduğumu söyleyince vizitenizi öne sürdünüz?”
“Ben herkese sürerim.”
“Krem misin doktor?”
Bu tuluatlarla karışık matrağa doktor bir an zoraki güldü:
“Burada soruları ben sormaya alışığım.”
“Kötü alıştırmışlar. Efendim, ben yazarım, demiştim. Bu meslek aslında bu memlekette özelliği olan bir meslek midir, değil midir?”
Doktor bana, içersi dolu bir otobüse bakar gibi baktı.
“Bu ne biçim laf! Tabii her meslek gibi yazarlık mesleğinin de bir özelliği vardır.”
“Sağolun. Peki yazar, yazdıklarıyla geçinen adam olduğuna göre ve de kafa ürünü de bir ürün olduğuna göre, neden bu ürün para etmez bizim ülkemizde doktor?”
Doktor hep avanta tiyatro davetiyesi bularak tiyatroya giden ya da gazeteyi ondan bundan okuyan biri olduğunu anımsatan tedirgin bir bakışla kaçamak bana baktı:
“Öhö.. Demek ki etmiyor..”
“Ama hep bu ürünlerle gazeteler çıkıyor, kitaplar, tiyatro, televizyon oyunları, film senaryoları yazılıyor.”
“Beyefendi bunların sizin hastalığınızla ne ilgisi var?”
“Ben yazarım dedim ya.. Bu söylediklerimin hepsini yıllardır yaptım ve paramı alamadım..”
“Paranızı ben mi verecektim. Gidip alın..”
“Yani fikre, sanata karşı saygı yok..”
“Yoksa ben mi yok ettim beyefendi. Siz hastalığınızdan bahsedin.”
“Oturup geceyi gündüze katıp, kafanızı patlatarak bir oyun veya skeç yazıyorsunuz, bunu araklayıp beş kuruş vermeden oynuyorlar.”
“Ben mi oynuyorum kardeşim. Ben hayatımda tiyatroya bile iki defa gittim.”
“O da Cimri piyesine değil mi?”
“Nerden bildiniz?”
“Şimdi siz bir ruh doktoru olarak, böyle beyni sömürülmüş ve bunun huzursuzluğunu çeken birine ne tavsiye edersiniz?”
“Ben tavsiye falan etmem. Siz bana hastalığınızı söyleyin.”
Deminden beri anlattığım
şeylerden bir bok çakmayan büyük ruh doktoruna ters ters baktım ve: “Ben kendimi
çamaşır mandalı sanıyorum doktor, ne yapayım?” dedim. Doktor hemen, alıştığı bir
derde hazırlanmış yanıtı patlattı:
“Kendini çamaşır sepetine at..”
“Sana bir şey diyeyim mi doktor, sen ruh doktoru değil su motoru bile olamazsın” dedim ve ordan çıktım.
“Kendini çamaşır sepetine at..”
“Sana bir şey diyeyim mi doktor, sen ruh doktoru değil su motoru bile olamazsın” dedim ve ordan çıktım.
Kaldığım otel odasında makinamın başına geçtiğimde biraz
rahatlamıştım. Bana kazık atan atmıştı, artık bununla uğraşacak ne halim ne
keyfim vardı. İçilen rakının davası olmazdı. Başımı kaldırdım, düşündüm, gözümün
önünden türlü hareketler, film sahneleri, tiyatro galaları, şovlar geçti.
Ödenmemiş bonolar, yukardan atılan şeref çiçekleri gibi uçtu. Bir arabanın
üstündeydim. Kiralık bir katil, gez, göz, arpacık, beni tam birbirini dikine
kesen çizginin ortasına almış tetiğe basacaktı ki, burnu kaşındı ve attığını
tutturamadı. Ben gene yazacaktım..
Çalacaklar, gene yazacaktım. Yaşamak için değil, yazmayı
sevdiğim için yazacaktım.
Oh be!.. Konyaktan hızla çektim ve aklıma gelen bir yazının
başlığını atmak için tuşlara vurdum..
Suavi
Sualp
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder